Dünyamız, geçmişte hiç olmadığı kadar birbirine bağlı bir döneme tanıklık ediyor. İletişim teknolojilerinin, ticaretin ve ulaşımın gelişmesiyle sınırlar neredeyse görünmez hale gelirken; krizler, savaşlar, salgınlar ve iklim değişikliği gibi sorunlar da aynı hızla küreselleşti. Artık hiçbir ülke tek başına güvende değil, hiçbir toplum kendi refahını diğerlerinden tamamen bağımsız sürdüremiyor. Bu nedenle, “küresel dayanışma” kavramı yalnızca bir ideal değil, insanlığın varlığını sürdürebilmesi için bir zorunluluk haline gelmiş durumda.
COVID-19 pandemisi, küresel dayanışmanın önemini çarpıcı biçimde gözler önüne serdi. Salgının ilk aylarında ülkeler kendi içine kapanırken, sağlık ekipmanları için yaşanan rekabet, uluslararası koordinasyon eksikliği ve aşıya erişimdeki adaletsizlik, dünyanın ne kadar hazırlıksız olduğunu gösterdi. Ancak aynı süreçte bilim insanlarının, sağlık çalışanlarının ve uluslararası kuruluşların iş birliğiyle geliştirilen aşılar, insanlığın birlikte hareket ettiğinde neleri başarabileceğini de kanıtladı.
Benzer bir tablo bugün iklim krizi karşısında da yaşanıyor. Küresel ısınma, tek bir ülkenin sorunu değil; gezegenin tümünü etkileyen bir varoluş meselesi. Karbon emisyonlarının büyük kısmını gelişmiş ülkeler üretse de kuraklık, sel ve orman yangınlarından en çok etkilenenler yoksul ülkeler oluyor. Bu noktada dayanışma, yalnızca ahlaki bir tercih değil; tarihsel sorumluluk ve adaletin gereği haline geliyor. Zira bir ülkenin yeşil dönüşüm çabaları, diğerlerinin geri kalması halinde etkisiz kalıyor. Atmosfer, sınır tanımıyor.
Küresel dayanışma yalnızca insani yardımlarla sınırlı değil; ekonomik sistemin yeniden dengelenmesi anlamına da geliyor. Günümüz dünyasında gelir dağılımı uçurumu derinleşirken, küresel zenginliğin önemli bir kısmı dar bir kesimin elinde toplanıyor. Bu durum yalnızca sosyal adaleti değil, sürdürülebilir büyümeyi de tehdit ediyor. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kuruluşların son yıllarda “kapsayıcı büyüme” vurgusu yapması, küresel dayanışmanın ekonomi politikalarında da merkezileşmeye başladığını gösteriyor.
Dijital ekonomi, enerji dönüşümü ve sürdürülebilir tarım gibi alanlarda gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferi ve finansman desteği sağlamak, bu dayanışmanın somut örnekleri arasında yer almalı. Avrupa Birliği’nin “Yeşil Mutabakat” çerçevesinde gelişmekte olan ülkelere yönelik karbon finansmanı programları veya G20’nin borç hafifletme girişimleri, bu anlayışın yeni yansımaları olarak dikkat çekiyor. Ancak hâlâ yeterli değil. Çünkü dayanışma, yalnızca kriz anlarında yapılan yardımlarla sınırlı kalmamalı; kalıcı iş birliği ve ortak üretim modelleriyle desteklenmeli.
Son yıllarda Ukrayna’dan Gazze’ye, Afrika’nın farklı bölgelerinden Asya’nın içlerine kadar birçok coğrafyada yaşanan çatışmalar, küresel dayanışma ruhunu zedeliyor. Savaşlar, sadece insan hayatını değil, küresel tedarik zincirlerini, gıda güvenliğini ve enerji piyasalarını da sarsıyor. Her bir krizin ardından yükselen duvarlar, dayanışmanın yerini güvensizlik ve milliyetçi reflekslere bırakıyor.
Oysa tarihte dayanışma en çok zor dönemlerde değer kazanmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler sistemi, bu düşüncenin ürünüdür. Ama bugün o yapı bile reform ihtiyacıyla karşı karşıya. Gelişmiş ülkelerin çıkar öncelikleriyle sınırlanan bir küresel düzen, artık dünyanın gerçeklerini yansıtmıyor. Daha adil, temsil gücü yüksek, ortak akla dayalı bir uluslararası sistem için dayanışmanın yeniden tanımlanması gerekiyor.
Küresel dayanışma yalnızca devletlerin diplomatik masalarda aldığı kararlarla şekillenmiyor. Bugün sivil toplum kuruluşları, gençlik hareketleri, akademik ağlar ve hatta bireysel eylemler bu sürecin en güçlü taşıyıcıları haline geldi. Sosyal medyanın sağladığı küresel farkındalık, iklim yürüyüşlerinden insani yardım kampanyalarına kadar milyonlarca insanı ortak bir amaç etrafında buluşturabiliyor.
Genç kuşaklar, dayanışmayı artık bir “yardım” değil, “ortak yaşam sorumluluğu” olarak görüyor. Kadın hakları, iklim adaleti, göçmen dayanışması veya dijital eşitlik gibi konular, bu yeni küresel bilincin temel taşlarını oluşturuyor. Bu durum, geleceğin dayanışma kültürünün yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya gelişeceğinin işaretidir.
Bugün dünya yeni bir yol ayrımında. Ya ülkeler kısa vadeli çıkarlarını önceliklendirmeye devam edecek ve küresel eşitsizlikleri daha da derinleştirecek; ya da ortak bir vizyonla hareket ederek dayanışmayı insanlığın ortak paydası haline getirecek. İkinci seçenek, yalnızca idealist değil, aynı zamanda rasyonel bir tercihtir. Çünkü iklim değişikliğinden salgınlara, göçten enerji krizlerine kadar hiçbir sorun tek bir ülkenin çabasıyla çözülemez.
Küresel dayanışma, 21. yüzyılın en güçlü kalkınma stratejisi haline gelmelidir. Bu strateji, paylaşmayı, birlikte üretmeyi, bilginin ve refahın adil dağılımını esas almalıdır. Devletler, şirketler, bireyler ve toplumlar; gezegenin geleceğini koruma konusunda ortak bir bilinç geliştirmedikçe, hiçbir ekonomik başarı kalıcı olamayacaktır.
Sonuç olarak, dayanışma artık bir “iyi niyet jesti” değil; insanlığın sürdürülebilir geleceği için zorunlu bir yaşam biçimidir. Ortak sorunlarımız karşısında ortak çözümler üretebilmek, yalnızca uluslararası diplomasinin değil, her bireyin sorumluluğudur. Küresel dayanışma, geleceğin daha adil, barışçıl ve yaşanabilir bir dünya umudunun en güçlü teminatıdır.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar
Zaferozcivan59@gmail.com