Küresel ekonomideki dönüşümün en keskin yansımalarından biri, ülkelerin ticaret politikaları ile sanayi stratejilerini yeniden tanımlama çabalarında görülüyor. Pandemi, jeopolitik gerilimler, enerji fiyatlarındaki dalgalanmalar ve tedarik zinciri krizleri, “serbest ticaret” idealinin sınırlarını gözler önüne sererken, ulusların “stratejik özerklik” arayışlarını da hızlandırdı. Bu yeni dönemde artık yalnızca ihracat miktarı ya da dış ticaret açığı değil, üretim yapısının niteliği, teknoloji yoğunluğu, yerlilik oranı ve sürdürülebilirlik kapasitesi gibi kavramlar belirleyici hale geliyor.
1980’lerden itibaren serbest ticaret, kalkınma reçetelerinin merkezinde yer aldı. Ancak 2020 sonrası dünyada bu paradigma ciddi biçimde sorgulanıyor. ABD’nin yüksek teknoloji ürünlerinde Çin’e karşı gümrük duvarları örmesi, Avrupa Birliği’nin “Yeşil Mutabakat” çerçevesinde karbon sınır vergilerini devreye alması, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkelerin ithalat bağımlılığını azaltacak yerli üretim teşvikleri açıklaması, bu dönüşümün açık göstergeleri.
Bu gelişmeler, “her ülke kendi üretim zincirini güvence altına almalı” anlayışını öne çıkarıyor. Artık mesele sadece rekabet avantajı değil, aynı zamanda stratejik güvenlik meselesi olarak görülüyor. Enerji, savunma, ilaç, yarı iletken ve gıda gibi alanlarda dışa bağımlılığın azaltılması, ülkelerin sanayi politikalarının temel önceliği haline geldi.
Türkiye de bu eğilimden bağımsız değil. Son yıllarda ticaret politikasını sadece ihracatı artırmaya odaklı bir araç olarak değil, sanayi dönüşümünü destekleyen bir stratejik bileşen olarak ele almaya başladı. İhracatta çeşitlilik, katma değer artışı ve teknoloji yoğun sektörlere yönelim, artık politika belgelerinde ve uygulamalarda daha net biçimde yer buluyor.
Türkiye’nin 1980’lerden bu yana uyguladığı dışa açık büyüme modeli, uzun yıllar boyunca “miktar temelli” bir ihracat anlayışına dayandı. Ancak küresel rekabetin yönü, bu anlayışın sınırlarını ortaya koydu. Artık mesele yalnızca daha çok üretmek değil, daha akıllı ve yenilikçi üretmek. Bu noktada sanayi stratejisinin yönü, “yüksek katma değerli üretim” eksenine kaymak zorunda.
Bugün dünya sanayisinde fark yaratan ülkelerin ortak paydası, Ar-GE harcamalarının milli gelirdeki payının yüksek olması ve üretimle bilimsel yeniliği birleştirebilmeleridir. Almanya’nın Endüstri 4.0 yaklaşımı, Güney Kore’nin inovasyon merkezli ihracat modeli ya da Çin’in “Made in China 2025” programı, sanayi politikalarının sadece üretim değil, teknoloji, beceri ve veri boyutlarını da kapsadığını gösteriyor.
Türkiye’nin de 2023 Sanayi ve Teknoloji Stratejisi ile attığı adımlar bu yönde. Milli Teknoloji Hamlesi, dijital dönüşüm merkezleri, organize sanayi bölgelerinde enerji verimliliği yatırımları ve ihracat odaklı Ar-GE merkezlerinin artışı, üretim yapısında niteliksel bir dönüşümün habercisi. Ancak bu dönüşümün sürdürülebilir olması, sadece teşvik sistemleriyle değil, bütüncül bir sanayi ekosisteminin kurulmasıyla mümkün.
Türkiye açısından en kritik meselelerden biri, ticaret politikası ile sanayi stratejisinin uyum içinde ilerlemesidir. Zira ithalat politikalarının yanlış kurgulanması, sanayinin rekabet gücünü törpüleyebilir. Aynı şekilde, ihracat teşviklerinin sektörler arası dengesizlik yaratacak biçimde dağıtılması da uzun vadede verimsizlik doğurabilir.
Bu nedenle modern sanayi stratejilerinde artık “akıllı korumacılık” kavramı öne çıkıyor. Bu yaklaşım, yerli sanayiyi tamamen dış rekabete kapatmak yerine, belirli alanlarda geçici ve hedefe yönelik koruma önlemleriyle üretim kapasitesini güçlendirmeyi hedefliyor. Örneğin, savunma sanayiinde yerlileşme oranını artırmak için ithalat bağımlılığını azaltıcı düzenlemeler yapılırken, yenilenebilir enerji teknolojilerinde küresel ortaklıkları teşvik etmek, dengeli bir politika seti sunabiliyor.
Türkiye’nin özellikle otomotiv, beyaz eşya, tekstil ve kimya sektörlerinde ulaştığı ihracat başarısının kalıcı hale gelmesi için bu eşgüdüm şart. İthal girdi oranını azaltan, tedarik zincirini kısaltan ve Ar-GE yatırımlarını destekleyen ticaret politikaları, sanayi stratejisiyle entegre edildiğinde rekabet gücü kalıcı bir biçimde artabilir.
Önümüzdeki dönemde ticaret ve sanayi politikalarını belirleyecek iki ana eksen bulunuyor: yeşil dönüşüm ve dijitalleşme. Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakatı, Türkiye’nin ihracatının yaklaşık yarısını etkileyebilecek bir düzenleme niteliğinde. Bu nedenle, karbon ayak izini azaltan üretim modelleri, enerji verimliliği yatırımları ve yeşil sertifikasyon süreçleri artık yalnızca çevre politikası değil, doğrudan ticaret politikası konusu haline geliyor.
Dijitalleşme cephesinde ise yapay zekâ, büyük veri, nesnelerin interneti ve robotik otomasyon, üretim süreçlerini kökten değiştiriyor. Sanayi politikalarının bu teknolojik dönüşüme ayak uydurması hem verimliliği hem de küresel rekabet gücünü artıracak. Türkiye’de dijital sanayi bölgelerinin yaygınlaştırılması, KOBİ’lerin dijital dönüşüm teşviklerinden yararlandırılması ve üniversite-sanayi iş birliğinin güçlendirilmesi, bu süreci destekleyecek başlıca adımlar arasında.
Küresel ekonominin yeni döneminde başarı, artık ucuz işgücüne ya da geçici rekabet avantajlarına değil, üretimdeki derinliğe, yenilik kapasitesine ve stratejik öngörüye dayanıyor. Türkiye’nin önündeki fırsat, sanayi stratejisini sadece büyüme aracı olarak değil, kalkınmanın temel ekseni olarak kurgulamakta yatıyor.
Ticaret politikası, bu stratejiyi destekleyen bir araç olarak konumlandığında, dışa açık ama dayanıklı bir ekonomi modeli inşa edilebilir. Kısa vadeli teşvikler yerine uzun vadeli teknoloji yatırımları; miktar odaklı ihracat yerine nitelik odaklı üretim anlayışı; ucuz işgücü rekabeti yerine yenilik gücüne dayalı kalkınma, Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek yeni ekonomik yönelim olacaktır.
Bu yeni denge, “daha fazla üretmekten” ziyade “daha akıllı üretmek” fikrinin hâkim olduğu hem yerli hem küresel değer zincirlerinde güçlü bir Türkiye’nin habercisidir.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar
Zaferozcivan59@gmail.com