21.yüzyılın başlarında küresel ticaretin ağırlık merkezi yavaş yavaş Atlantik’ten Pasifik’e kaymaya başlamıştı. Bu dönüşüm, sadece coğrafi bir yön değişikliğini değil, aynı zamanda ekonomik güç dengesinin yeniden şekillenmesini de ifade ediyordu. İşte bu bağlamda, Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP- Trans-Pacific Partnership), küresel ticaret sisteminin en dikkat çekici girişimlerinden biri olarak ortaya çıktı.
Başlangıçta küçük bir grup ülkenin bölgesel ticaret anlaşması olarak doğan TPP, kısa sürede ABD’nin liderliğinde devasa bir ekonomik blok vizyonuna dönüştü. Üye ülkeler arasında Japonya, Kanada, Avustralya, Malezya, Meksika, Singapur, Vietnam, Şili, Peru, Brunei ve Yeni Zelanda gibi hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomiler yer aldı. Bu ülkeler birlikte dünya ekonomisinin yaklaşık %40’ını ve küresel ticaretin %30’unu temsil ediyordu.
Anlaşmanın temel hedefi; ticaretin önündeki gümrük duvarlarını kaldırmak, yatırım akışını hızlandırmak, fikri mülkiyet haklarını güçlendirmek ve çevre ile işgücü standartlarını ortaklaştırmaktı. Ancak TPP, sıradan bir serbest ticaret anlaşmasının ötesindeydi. Zira bu girişim, yalnızca ekonomik bir entegrasyon değil, aynı zamanda Asya-Pasifik bölgesinde stratejik bir nüfuz mücadelesi anlamına da geliyordu.
ABD’nin o dönemki stratejik hedefi, Çin’in ekonomik yükselişine karşı Pasifik’teki ticaret kurallarını kendi öncülüğünde belirlemekti. Kısacası, Trans-Pasifik Ortaklığı, Washington’un “ekonomik NATO” olarak adlandırılan yeni bir diplomatik kalkanıydı.
Anlaşmanın Evrimi ve ABD’nin Geri Çekilmesi
TPP, yıllar süren müzakerelerin ardından 2016 yılında imzalandı. Ancak bu büyük adımın hemen ardından dünya ekonomisinde ve siyasetinde beklenmedik gelişmeler yaşandı. ABD’de Donald Trump yönetiminin göreve gelmesiyle birlikte, Washington, “Amerikan işçisini koruma” ve “önce Amerika” sloganlarıyla TPP’den çekildiğini açıkladı.
Bu karar, anlaşmanın küresel dengeler üzerindeki etkisini dramatik biçimde değiştirdi. ABD’nin çekilmesi, TPP’yi tamamen ortadan kaldırmadı; ancak anlaşmanın yönünü değiştirdi. Kalan 11 ülke, 2018 yılında Kapsamlı ve Aşamalı Trans-Pasifik Ortaklığı (CPTPP) adıyla yeni bir versiyon imzaladı. Bu yeni anlaşma, ABD’nin yokluğunda da Asya-Pasifik bölgesinde ticaretin serbestleşmesini ve kurumsal iş birliğini sürdürmeyi amaçladı.
CPTPP’nin yürürlüğe girmesi, özellikle Japonya ve Avustralya’nın liderliğinde gerçekleşti. Bu ülkeler, anlaşmanın küresel ticaret için bir “denge unsuru” olmasını sağladı. Böylece Pasifik havzası, Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” ile ABD’nin “Hint-Pasifik Stratejisi” arasında şekillenen rekabetin tam merkezinde yeni bir ekonomik güç alanına dönüştü.
Bugün CPTPP, sadece ekonomik değil, aynı zamanda diplomatik ve stratejik bir platform haline gelmiştir. Örneğin, İngiltere’nin 2023 yılında bu anlaşmaya katılımı, Trans-Pasifik ortaklığının artık sadece Asya-Pasifik değil, küresel bir ekonomik bloğa evrildiğinin göstergesi olarak yorumlanmaktadır.
Geleceğin Küresel Ticaret Haritası ve Türkiye Açısından Anlamı
Trans-Pasifik Ortaklığı’nın bugünkü formu, dünya ticaret sisteminin geleceğine dair önemli ipuçları sunuyor. Her şeyden önce, TPP/CPTPP modeli, bölgesel değil ağsal (network-based) bir ticaret yapısına işaret ediyor. Yani artık ülkeler coğrafi yakınlığa göre değil, stratejik ve normatif benzerliklerine göre ticaret blokları oluşturuyorlar.
Bu yeni düzende, dijital ekonomi, veri güvenliği, fikri mülkiyet hakları, çevre taahhütleri ve işgücü standartları gibi konular klasik gümrük tarifelerinden daha fazla önem taşıyor. CPTPP üyeleri, bu alanlarda oldukça yüksek standartlar belirleyerek küresel ticaretin “oyun kurallarını” yeniden yazıyorlar.
Bu durum, gelişmekte olan ülkeler için hem fırsat hem de risk anlamına geliyor. Örneğin, Vietnam gibi ülkeler, TPP üyeliği sayesinde ihracatlarını hızla artırmış, uluslararası yatırımları çekmiş ve üretim standartlarını yükseltmiştir. Ancak yüksek çevre ve fikri mülkiyet standartları, bazı ülkelerde üretim maliyetlerini artırarak rekabet baskısı da yaratmaktadır.
Türkiye açısından bakıldığında, Trans-Pasifik ortaklığı doğrudan bir üyelik alanı olmasa da dolaylı etkilerle son derece önemlidir. Çünkü CPTPP, Avrupa Birliği ile ABD arasında yürütülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) girişimiyle birlikte, küresel ticaret kurallarını şekillendiren iki ana eksen haline gelmiştir. Türkiye’nin ihracat pazarlarını çeşitlendirme ve Asya-Pasifik bölgesine daha güçlü entegre olma hedefi, bu anlaşmaların getirdiği yeni normlarla yakından ilişkilidir.
Gelecekte Türkiye’nin, özellikle ASEAN ülkeleri, Avustralya, Japonya ve Kanada ile ticari ilişkilerini güçlendirmesi, Trans-Pasifik ticaret ağından dolaylı kazançlar elde etmesini sağlayabilir. Bununla birlikte, Türk ihracatının rekabet gücünü koruyabilmesi için, üretimde dijitalleşme, sürdürülebilirlik ve kalite standartları alanında CPTPP normlarına yakınlaşması gerekecektir.
Sonuç: Küresel Ekonominin Yeni Oyun Sahası
Trans-Pasifik Ortaklığı, artık yalnızca ticari bir anlaşma değil; jeoekonomik bir vizyonun adı. ABD’nin çekilmesine rağmen, Asya-Pasifik ülkeleri bu ortaklığı canlı tutarak, ekonomik entegrasyonun siyasi istikrara nasıl hizmet edebileceğini göstermiştir.
Dünya ekonomisinde ticaretin yönü her geçen gün daha fazla Pasifik’e doğru kayıyor. Çin, Japonya, Güney Kore, Avustralya ve ASEAN ülkeleri arasındaki ticari ağlar derinleşirken, CPTPP bu sürecin en kurumsal halkasını oluşturuyor.
Küresel ticaretin geleceğinde, artık mesele sadece malların serbest dolaşımı değil; bilginin, standartların ve değerlerin dolaşımı olacak. Trans-Pasifik Ortaklığı da tam bu dönüşümün sembolü haline gelmiş durumda. Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler için bu süreci dışarıdan izlemek değil, kendi ticaret stratejilerini bu yeni küresel kurallarla uyumlu hale getirmek; 21. yüzyılın rekabet sahnesinde yer almanın anahtarı olacaktır.