Ekonomik ve siyasal karar alma süreçleri, ülkelerin kaderini uzun yıllar boyunca etkileyen en kritik mekanizmalardır. Ancak son yıllarda hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde gözlenen ortak bir eğilim dikkat çekiyor: kısa vadeli politik tercihler. Popülist söylemlerle beslenen, seçmen memnuniyetini anlık olarak artırmayı hedefleyen bu tercihler, uzun vadede ekonominin ve toplumun omurgasını zayıflatıyor.
Yanlış politik tercihler çoğu zaman seçim döngülerine endeksli bir yönetim anlayışının ürünüdür. Hükümetler, kalıcı reformlar yerine hızlı sonuç verecek önlemlere yönelir; kamu harcamaları artırılır, vergi indirimleri yapılır veya kredi muslukları sonuna kadar açılır. Bu adımlar kısa vadede bir “refah illüzyonu” yaratır: gelir artıyor, tüketim yükseliyor, büyüme hızlanıyor gibi görünür. Ancak bu tablo, çoğu zaman ekonomik temellerden kopuk bir iyimserlik halidir.
Örneğin, küresel ölçekte 2010’lu yılların ortasında birçok ülke, para politikasında aşırı gevşemeye giderek ekonomik büyümeyi desteklemeye çalıştı. Bu kararlar kısa vadede istihdamı artırmış olsa da orta vadede enflasyonist baskıların ve borç yükünün artmasına yol açtı. Türkiye’de de benzer bir süreç, kredi genişlemesine dayalı büyüme stratejilerinde görüldü. Ucuz krediye dayalı yatırımların bir kısmı verimlilik artışı yaratmadı; aksine dış borç sarmalını derinleştirdi.
Bu tür kısa vadeli hamlelerin ortak sonucu bellidir: güvenin kaybı. Piyasalar, öngörülemezliğe tahammül edemez. Sık sık değişen vergi oranları, ani faiz kararları, tutarsız bütçe politikaları hem yatırımcıları hem de hane halkını tedirgin eder. Sonuçta, toplumun her kesimi geleceğe dair belirsizlik hissederken, ülke ekonomisi “istikrarsızlık sarmalına sürüklenir.
Ekonomik popülizm, özellikle seçim dönemlerinde en sık rastlanan kısa vadeli politika biçimlerinden biridir. Ücret artışları, sübvansiyonlar, enerji destekleri ya da kamu istihdamı artışları toplumda geçici bir memnuniyet yaratır. Ancak bu politikalar çoğunlukla üretim kapasitesine dayanmayan bir gelir dağıtımı anlamına gelir.
Popülist politikaların temelinde şu varsayım vardır: vatandaşın kısa süreli rahatlaması, siyasi istikrarı güçlendirir. Ne var ki ekonomi bilimi bize bunun tam tersini söylüyor. Çünkü her “anlık kazanç”, uzun vadede ödenecek bir “toplumsal maliyet” anlamına gelir. Enflasyonun yükselmesi, bütçe açığının artması, döviz rezervlerinin erimesi, yatırım iştahının düşmesi gibi sonuçlar, bu geçici rahatlamanın bedelidir.
Yanlış politik tercihler yalnızca ekonomiyle sınırlı kalmaz; kurumsal güvenilirliği de aşındırır. Merkez bankalarının bağımsızlığına yapılan müdahaleler, istatistik kurumlarının verilerine duyulan güvenin sarsılması, bütçe şeffaflığının azalması… Bunların her biri, piyasanın “beklenti kanalını tahrip eder. Çünkü ekonominin görünmeyen gücü, beklentilerdir. İnsanlar geleceğe güven duymazsa yatırım yapmaz, tüketim kısılır, işsizlik artar.
Ayrıca, kısa vadeli politikalar sosyal yapıyı da zedeler. Sürekli değişen mali teşvikler, “kazanan” ve “kaybeden” gruplar yaratır. Bu durum toplumsal adalet algısını bozar, ekonomik kutuplaşmayı derinleştirir. Oysa sürdürülebilir kalkınma ancak toplumun geniş kesimlerinin güven duyduğu bir sistemle mümkündür.
Bir başka kritik unsur ise çevresel boyuttur. Kısa vadeli büyüme hedefleri uğruna yapılan plansız sanayileşme, doğal kaynakların aşırı tüketimi ve çevre politikalarının ertelenmesi, gelecekte çok daha büyük maliyetler doğurur. Bugün alınmayan çevre önlemleri, yarının kuraklık, gıda krizi veya enerji darboğazı olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle “yanlış politik tercih”, yalnızca ekonomik değil, ekolojik bir hata olarak da değerlendirilmelidir.
Kısa vadeli politikaların doğurduğu bu sonuçlara karşı en etkili panzehir, uzun vadeli bir planlama kültürünün inşasıdır. Bu kültür, yalnızca ekonomi yönetiminin değil, toplumun tüm kesimlerinin sahiplenmesi gereken bir anlayıştır.
Uzun vadeli politikalar, öncelikle veriye dayalı karar alma sürecini gerektirir. Popülist baskılardan uzak, bilimsel analizlerle oluşturulmuş mali, parasal ve sektörel stratejiler, ekonominin istikrarını güçlendirir. Örneğin, mali disiplinden ödün vermeyen bütçe politikaları, yatırımcı güvenini artırır; öngörülebilir vergi sistemi, üretimi teşvik eder.
Ayrıca, kurumsal bağımsızlık uzun vadeli politikaların olmazsa olmazıdır. Merkez bankaları, istatistik kurumları, planlama ajansları gibi yapılar kısa vadeli siyasi hedeflerin aracı haline gelirse, ekonomi yönetimi “günlük kararlar” düzeyine düşer. Oysa bu kurumların temel görevi, ekonomiye istikrar ve süreklilik kazandırmaktır.
Uzun vadeli bakışın bir diğer unsuru, insan kaynağı yatırımıdır. Eğitim, inovasyon, dijital dönüşüm gibi alanlara yapılan yatırımlar hemen sonuç vermez. Ancak orta vadede üretkenliği, rekabet gücünü ve refah düzeyini artırır. Kısa vadede popüler olmayan bu politikalar, uzun vadede ülkenin “kalıcı gücü” nü oluşturur.
Toplumsal bilinç de bu sürecin önemli bir parçasıdır. Vatandaşların, “kısa vadeli vaatler” yerine sürdürülebilir politikaları talep etmesi, demokrasinin kalitesini artırır. Ekonomik rasyonalite, yalnızca hükümetlerin değil, seçmen davranışlarının da rehberi haline geldiğinde, popülist döngü kırılır.
Yanlış veya kısa vadeli politik tercihler, bir ülkenin yalnızca bugünkü ekonomik dengesini değil, gelecekteki refah potansiyelini de zedeler. Geçici rahatlamalar uğruna yapılan her yanlış hamle, ileride ödenecek ağır bir bedeli beraberinde getirir.
Ekonomide, siyasette ve toplumsal yönetimde kalıcı başarı, istikrar, güven ve öngörülebilirlik üzerine inşa edilir. Günlük kazanımlar yerine uzun vadeli istikrarı hedefleyen bir anlayış hem bireylerin hem de devletin sürdürülebilir geleceğini garanti altına alır.
Gerçek kalkınma, günü kurtarmakla değil, geleceği inşa etmekle mümkündür.